Aklımın ucundan geçer
Oynadığımız oyunlar
Söyleyemediğimiz yalanlar
Kafamı dağıtmak için yapmadığım şey kalmadı gittin gideli. Kitaplara daldım. Birkaç sayfa okuyup sayfanın arasına ayraç bile koymadan bulduğum ilk kara deliğe fırlattım attım. Kitaplık almıştım sen gitmeden. Raflarını sensizlikle doldurdum o. Sonra ne yapsam diye düşündüm. Dizilere sardım bir süre. Birkaç dakika sonra elimde telefon seni okurken buldum kendimi. Dizi bitmiş, bilgisayarın şarjı bitmiş, ben bitmişim haberim yok. Bir koltuk küser mi insana? Konuşmuyor sen gittiğinden beri benimle. Ne yorgan üzerime örtünmek istiyor sensiz, ne Sezar miyavlıyor doğru düzgün. Zaten koltuğu benden çok o kullanıyor.
Aslıhan Sokak yokuşunu düşünüyorum. Bilirsin uzun yol yapmayı çok severdim. Uzun yolda araba kullanmayı. Her yol biterdi bir şekilde. Yolun sonunda olduğunu bildiğimde biterdi. Her yol biterdi ama o sokak uzar giderdi sana gelene kadar. Belki de o sokağın başıyla sonu kadar birbirimize zıt, o kadar birbirimize uzaktık. Kim bilir? Fakat yine de sabah kahve sigarayla güne başlamak kadar güzeldi yokuşun sonundaki binayı görmek.
Dört mevsim insan hayatında koskoca bir ömür gibiymiş. 365 gün 6 saatin her anında farklı kokuların varmış üzerime sinen.
Ona sorarsanız: “Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.”
Bana sorarsanız: “On senesi ömrümün.”
Diyor ya Nazım, o hesap işte.
Tam altı ay oldu mesela buraya taşınalı. Kendi otobüsümün nereden kalktığını ezberlemem bile günlerimi almıştı. Oysa 48T’yi beklerken içime işleyen soğuk hala duruyor zihnimin en derin yerinde. Yüreğine oturmuş bi acı gibi. Ankara soğuğundan daha acı.
Kıştan nefret ederdim hep, yazı severdim, güneşi. Onu doğurmak da batırmak da senle olunca mevsimler de karışıverdi birbirine. Birlikte doğup battıkça ayla güneş bir oldu. Kimi zaman gündüzler kapkaranlıktı, geceler ışıl ışıldı. Ben senin uydun olmuştum. Meğer sensiz doğmak da batmak da garipmiş. Şimdi ne gün ışıldıyor, ne de gece eskisi gibi karanlık. Her şey "eksik."
Bir çakıl taşının en fazla kaç kez sekeceğini hiç merak etmemiştim yahut hiç saymamıştım İstiklal’deki taşların sayısını adım atarken. Hoş artık bir önemi de yok ya. Sonsuzluk diye bir şans varken, sonu olan şeylerin ne önemi var bu dünyada? Hatırlar mısın Ey Dost Aşk'ı beraber okumuştuk Şairler Kahvesi’nde. Yorgun, sarhoş, Akaretler’in adımlarımızı bir demir gibi yere çivilediği gecelerden birinde. Ben hala orada bir masadayım, kahvaltıcılar sokağında bir çay fincanında, bir bira şişesinin son yudumunda.
Maçkanın kilidini değiştirip kapıyı da ardından kilitliyorum ben. Giriş saati yok, çıkış saati yok… Yayları sırtımızı delik deşik eden o yataktan sonsuzluğa uzanan o uykunun tam zamanıdır artık. Uyanana kadar kaç mum karanlığa gömülür, kaç martı geçer pencerenin önünden, kaç sarhoşun nidaları sokağı inletir bilmiyorum.
Ey dost aşk. Bir gün uyanırsam eğer; ne kahvenin tadı şairlerden, ne de sigaranın dumanı senden gelmeyecek biliyorum. Ne de kokun kalmayacak yastıkta.
Olsun.
Yine de,
melekler öpsün kalbinden.

Comments