Daha önceleri yürümekten heves aldığı yollar, attığı adımlar, aldığı nefesler bir anda kesildi. Güneş de biliyordu. 365 kere dönmekle bitmeyecekti dünyanın çilesi. O da biliyordu, ne kadar etrafında dönse de, ne kadar yaklaşsa da dokunamayacak, aşkından, acısından alev alev yansa da ona karışamayacaktı. Zerrece dokunmadı gururuna. Yine döndü durdu.
Çocukluğu geliyordu aklına ara sıra. Sahi kaç ışık yılı uzaklaşmıştı o yıllardan. Geçmiş ne kadar uzaktı?
Dam başında uyuduğu ılık yaz geceleri, buğday tarlası gibi saçak saçak yıldızlarla dolu gökyüzü, baykuşun gururlu sesi, yorgun sivrisinekler. Şimdi ne yapıyorlardı? Yıllardır tek bir ses duymamıştı. Tek bir ses… Köyün diğer yerlileri olan hayvanlar bile uğramaz olmuştu da kendinen başka kimsenin türküsü duyulmuyordu. Ha bir de hıçkırıkları.
Oysa kime ne zararları vardı da herkesi köyden sürmeye kalkmıştı bu adamlar? Tarladan, hayvandan, bağ bahçeden başka kimseyle alakası olmayan, kimsenin gelip gitmediği, önemsemediği, hatta varlığının bile devlet kayıtlarında olmadığını düşündükleri bu kerpiç evler kime ne etmişti de onca insan evladı yurtlarından atılmıştı?
Ah dedi içinden. Kirden kapkara olmuş yanaklarından aşağıya bir kaç damla yaş düştü. Küçük çizgiler oluşturdu tuzlu su damlaları. Dam başına çıktı. Köyün üst tarafındaki mezarlığa baktı. İlk seferde köyü boşaltmaları için uyarılmışlardı. Aradan bir kaç hafta geçtikten sonra da gençleri paldır küldür kamyonlara doldurup yaşlıları orada ölmeye mahkum etmişleri. Akşam güneş batmaya yakın, davar gütmekten geliyordu köye. Aşağıda bir toz bulutu, bağırış çağırışlar, çığlıklar vardı. Davarı hızla aşağıya doğru sürdü. Eve gitti. Kardeşleri yoktu. Ninesiyle dedesi yerde yatıyordu. Hareketsizdi. Karşıda yolun ortasında dizleri üstünde elleri başının arasında bir başkası vardı. Mustafa’ydı bu. Saklanmış kendini kurtarmıştı. Ama bilememişti herkesin bir anda patoza giren ekin destesi gibi paramparça, karga tulumba içine tıkıldıkları kamyonlarla, öz yurtlarından sürgün edileceklerini.
Mustafa! Diye bağırdı. Mustafa’nın da yüzünde gözyaşlarının oluşturduğu çizgiler vardı. Elini cebine attı Mustafa. Büyük dedelerinden ta kendine kadar miras kalan eski bir tabancayı çıkarıp alnına koydu namlunun ucunu. Tetiği çekti.
Koşarak yanına gitti Selman. Kana kana içti toprak Mustafa’dan sızan kırmızı sütü.
Bahçeye yürüdü hatıralarının bok çukuruna dönüştürdüğü zihnindeki o anlarla. Bir elma aldı kurumaya yüz tutmuş ağaçtan. Daha hamdı. Ama lezzetliydi. Aslında büyüse şeker gibi olurdu tadı. Ama onu da Selman koparmıştı işte yuvasından. Artık elma ağacı da yalnızdı.
Comments