top of page
  • Yazarın fotoğrafıBuğra Aydınoğlu

Doğan Apartmanı

Gözünü açtığında ne zaman bindiğine dair hiçbir fikri olmadığı bir takside arka koltukta başını cama yaslamış bir halde buldu kendini. Vücudu ağrıyordu. Her bir kemiğinde derin ağrılar hissediyordu. Bin yıllar önce ölüm uykusuna yatıp sonra yeniden hayata dönmüş bir dinozorun yorgunluğu ve korkusu vardı içinde. Yabancı hissediyordu. Nerede olduğuna dair bir fikri yoktu. Taksiciye:


-Neredeyiz? Diye sordu.

-Verdiğin adrese gidiyoruz abi.


Verdiği adres neydi? Ne zamandır baygındı? Hangi şehirdeydi? Saat kaçtı? Neden hiçbir şey hatırlamıyordu?


-Adres neydi? Diye sordu taksiciye.


Taksici ufak bir göz hareketiyle dikiz aynasından onu kesti bir iki saniye. Çattık yine bi sarhoşa diye düşündü. Taksici daha önce bu tip olaylarla çok karşılaşmış, ya sarhoş ya da sarhoş numarası yapıp para vermek istemeyen tiplerle çok kez karakolluk olmuştu.


-Kusura bakma hiçbir şey hatırlamıyorum. Diyebildi sadece.


Elindeki küçük kağıdı uzattı taksici. Hiç hatırlamadığı bir adres yazıyordu kağıtta. Kim verdi sana bunu diye sordu taksiciye, fakat aldığı cevap hiç tatmin etmedi.


-Sen verdin abi.


Başının içinde atom bombaları patlıyordu. Alnını ovalamaya başladı. Gözlerini çevirip arabanın camından dışarıya baktığında camdaki yağmur damlalarından dışarıyı göremediğinden içini daha da büyük bir korku kapladı. Hangi şehirdeydi? Neredeydi? Kafasında sürekli aynı sorular dönüp duruyordu. Telefonuna bakmak geldi aklına. Haritalar bölümüne girip nerede olduğunu anlayabilirdi. Cinnah Caddesi'nden yukarı doğru çıkıyordu araba. Google’a girip Cinnah nerede diye baktı. Ankara’daydı.

O an gözünün önünden bazı görüntüler geçti. Bir hastane kapısından içeri giriyorlardı. Annesi, babası, bir de kendisi. Kapının üzerinde Mersin Devlet Hastanesi yazıyordu. Sonraki görüntüde üzerinde uzun açık yeşil, ne olduğunu anlayamadığı bir elbiseyle anne-babasının elinden tutmuş bekliyorlardı. Bu sefer “ameliyathane” yazıyordu kapının üzerinde. Diğer görüntüde bir yatakta yeni uyanmış, pencere kenarında ağlayan annesini gördü. Oda karanlıktı sadece yarısı bitmiş mumun yorgun ışığı vuruyordu gözlerine. Annesi ağlıyordu.

Arabanın durmasıyla bir anda irkilip kendine geldi. Dışarı baktığında yağmur damlaları hala arabanın camında asılı duruyordu. Görememişti nerede olduklarını. Araba bilmediği bir binanın tam girişinde durmuştu. Sokağa baktı. Binaya baktı. En son hatırladığı; bir kahvecide önünde filitre kahvesi elinde Ataol Behramoğlu’nun “Kızıma Mektuplar”ı vardı. Akşam sekiz sularıydı.

Neden başka bir şey belirmiyordu zihninde anlayamıyordu. Geçmişten gelen görüntüler gözünde canlanıp, çocukluğunda yaşadığı travmaları bir bir hatırlamaya başlamışken, şimdiye dair neden bir fikri yoktu. Çıldırmak üzereydi. Doğan Apartmanı yazıyordu bina girişinde. Taksiden indi. Hiç kıpırdamadan durmasına karşın binanın girişindeki lamba bir anda ortalığı aydınlattı.

Yürümeye başladı. Doğan Apartmanı yazısına bir kez daha baktı. Arkasını döndüğünde taksinin artık orada olmadığını fark etmişti. Taksiciye para da vermemişti. Nasıl olacak şimdi diye geçirdi içinden. Binadan içeri adımını attığında bir anda bütün ışıklar söndü. Gözlerini açtığında kimin olduğunu bilmediği bir yatakta, kim olduğunu bilmediği bir kadınla uyanmıştı. Saat 04:20’ydi.

bottom of page