top of page
  • Yazarın fotoğrafıBuğra Aydınoğlu

Kiraz ağacı


Ne kadar çok çocukluk anıları biriktirirseniz kardır. Benim çocukluk anılarımın hepsi Hasköy’ün bir gecekondu mahallesiyle dolu. Otobüsten inip eve yürürken içinize çektiğinizde genzinizi yakan soba dumanının o zaman verdiği rahatsızlığı şimdi yüzümde tebessümle hatırlıyor olmak ne de kıymetli bir bilseniz.

O yıllara dair anılarımın büyük bölümü de anneannemden oluşmakta. Babam zaten hiç olmadı hayatımızda. Annem de memur olup tayini çıkınca ben ananemle ve dedemle büyüdüm. Dedem biraz despottu. Güldüğünü yılbaşı kutlamalarında görürdük ancak. Babasını küçük yaşta kaybetmenin verdiği sorumluluklar onu erken yaşta olgunlaşmaya itmişti. Ama anneannem öyle değildi. Annemin yokluğunda bana annelik etti. Büyüttü. Çocukluğum oldu. Bense onun en küçük çocuğuydum. Bir süre sonra annem Ankara’ya döndü. Ama ben her düştüğümde, canım her yandığında anneanne diye ağladım.

Çocukluğumda zihnime yer eden en önemli şeylerden biri gecekondu mahallesinde düşük gelirli insan toplulukları olarak birbirimize karşı olan tutumumuz, tavırlarımızdı. Hemen hemen bütün evlerin bahçelerinde meyve ağaçlarından oluşan küçük bahçeler vardı. Bütün kış tüten o sobanın dumanına karşın büyük bir gururla yeşillenirdi dallar ilkbaharda. Ağaçlar adeta bayram ederek çiçek açardı. Aynı gururla da sunardı meyvelerini.

Şimdinin çok katlı binalarının yer aldığı o zamanın gecekondu mahallelerinde; mahalleli farkında bile olmadan komün yaşama geçmişti büyük ölçüde. Büyük bir sokaktan girilen dar patika yolların sağına soluna serpiştirilen bu fakirhanelerin kar kış çilesi bitmezdi. Biz çocuklar ise karın tadını çıkarır, bulduğumuz her eğimli yerde altımızda poşetle kayardık. Akşama kadar buz gibi incecik kaygan bir tabaka yaratır, akşam olduğunda “hadi eve gel artık” sesleriyle evlerimize dağılırdık. Hane halkının eve para getiren çalışanları bu yoldan kayıp da bir taraflarını kırıp incitmeden evlerine dönebilsinler diye herkes kendi evinin önüne soba kovasından çıkan külü dökerdi. İstemeden de olsa küçükler büyüklere tuzak kuruyordu akşama kadar. Ama herkes üzerine düşeni yapıyordu işte. Bütün kışı çıkaracak kadar kömürü almak mümkün olmuyordu. Odun ağırlıklı dolan soba kovalarında odunlara eşlik eden kömür de mahallelinin bir araya gelip topladığı parayla alınır, kış gelmeye yakın büyük bir kamyon bütün mahallenin kömürünü, sokağın başındaki yokuşa gelince boşaltırdı. El arabalarıyla taşırdık hepimiz. O patika yolun bir yılda göreceği en yoğun trafik de bu dönemlerde yaşanırdı.

Yine o zamanlara dair hatırladığım en güzel şey iki dayımın beraber yaptıkları kaset dolabıydı. Kitap raflarını andıran bir biçimi vardı ama daha küçük raflardan oluşuyordu ve baştan aşağı kasetlerle doluydu. Çeşitli şarkıcıların, türkücülerin kasetleri benim için büyük bir hazineydi. Ahmet Kaya’yı orada keşfettim, Zülfü Livaneli’yi, Muazzez Ersoy’u, Musa Eroğlu’nu ve daha birçoğunu. Büyük dayım ben çok küçükken evlenip kendi ailesini kurmuştu. Küçük dayımla daha yakındık. O salondaki çekyatta uyurdu. Büyük bir teybi vardı. O teybin cüssesine yakışır büyüklükteki Sony marka kulaklıkları takar kaset bitene kadar uyurdu. Uyandığımız gün eğer hafta sonuysa annemin yanından kalkar salona koşar, onun yanına kıvrılırdım hemen. Çizgi film izlerdik beraber. Gık bile demeden Warner Bros yapımı çizgi filmleri benimle izler, gülerdi. Biz çizgi film izlerken burnuma patates ve biber kızartması kokuları gelirdi. Dedem, ananem, annem, dayım ve ben. Masaya oturmadan önce hemen kanalı değiştirirdik. Annem magazin programlarını izlemek isterdi. Biz Barış Manço’nun 7’den 77 müdavimlerindendik. Hem dayım, hem ilk çocukluk arkadaşımdı.

Çocukluk arkadaşlıkları gerçekten farklıdır. Koray benim en yakın arkadaşım oldu. Okuldan gelip boş muhabbetler çevirirdik ama bizdeki hissi dünyanın en büyük konularını konuşmak gibiydi. Neslihan vardı komşumuzun kızı. Bizi döverdi. Biz iki tane saf çocuk o kızdan dayak yer sonra gider ağlardık. Neslihan kavgalı gürültülü bir ailede büyümüştü. Zor bir çocukluk geçirdiği belliydi. Tüm hırsını bizden çıkarıyordu sanki. Ama yine de tasolarımızı, topumuzu aldığımızda gelir bizimle oynardı. Koray’la akrabayız aynı zamanda araya bazı molalar girse de hala görüşür birbirimizi severiz. Evlendi şimdi, avukat oldu. Ama Neslihan nerelerde, yine birilerini dövüyor mu sinirlenince, hiç bir fikrim yok.

Kışın biraz önce bahsetiğim o kar oyunları bahar geldiğinde yerini meyve ağaçlarına dalmaya, evlerin çatılarında dünyaya yukarıdan baktığımız anlara bırakırdı kendini. Bizim evimiz iki katlıydı. Bir bina gibi değildi. Yükü alttakinin omuzladığı iki tane üst üste gecekondu. Biçimsiz, şekilsiz. Ama orası dünyanın en güzel yeriydi.

Bir kiraz ağacı vardı alt kattaki evin bahçesine. Yıllara meydan okuyan bir heybetle üst kattaki evin çatısına kadar uzanmıştı boyu. Penceremizin önü kıpkırmızı kirazlarla dolardı mevsimi geldiğinde. O pencereden başımı uzatıp taptaze kirazları suya bile tutmadan yemenin tadını hiç unutmam. Ellerim kıpkırmızı olana kadar kiraz yerdim orada. Yıllar yılı böyle oldu bu. Bir ara dedem ağacı budadı. Üzüldüm. Yetişemiyordum pencereden artık. Ama kiraz ağacı inatçıydı. Aramızdaki ayrılığı bitiren yine o oldu. Uzattı bana doğru kollarını. Ben yine onun bana sunduğu meyveleri mutlulukla alıyordum avuçlarıma. Çok beğendiğin bir kadına dokunmak gibiydi bu. Hiç bitmesin istediğin bir an gibi…

Aradan yıllar geçti. Gecekondumuz yıkılacaktı. Biz başka bir semte taşındık. Eşyaların bir kısmı köye bir kısmı yeni eve gitti. O kiraz ağacı kaldı orada. Mahalleden ayrılırken bütün yalnızlığıyla orada bırakıldı bizzat biz tarafından. Uzunca bir süre hiç görmedim onu. Su veren yoktu. Yağan yağmur ne kadarsa onunla yetinerek beslenmek zorundaydı. Zaman geçti. Haberini aldık gecekondumuzun yıkıldığının.

Kiraz ağacı ölmüştü.

bottom of page