top of page
  • Yazarın fotoğrafıBuğra Aydınoğlu

Yalnız Yolu Sevmişim... Bl-1

Sabahın yedisinde uyandı yine Nedim. Uyandığında, gece eve sarhoş geldiği için aralık kaldığını fark etmediği perdeden vuran güneşin gözlerini delip geçtiği bir sıcaklık vardı yüzünde. Ağır aksak kalktı. Önce perdeyi tamamen kapattı. Elini yüzünü yıkayıp tekrar salona geldiğinde fark etti havasızlık içinde yüzen ağır tütün kokusunu. Aynı perdeyi bu defa açtı. Güneş yine bütün sarılığıyla gözlerini delip geçiyordu. Acılarının üzerine gitmeyi severdi. Acıdan rahatsız olup kapatmadı perdeyi. Salonun bütün iğrenç kokusunu sildi sokaktan geçen arabaların gürültüsü. Mutfağa gitti.

Yıllardır annesinin ona doğum gününde hediye ettiği bakır cezveyi kullanmıştı Türk kahvesi için. Bir süredir “asortik” olarak tanımladığı arkadaşlarının yine doğum gününde hediye ettikleri kahve makinesini kullanıyor ve hala her sabah Türk kahvesi içiyor, filtre kahveye karşı olan soru işaretlerini bir türlü gideremiyordu. Hemen biraz kahve yaptı. Kahve pişerken de paketin dibinde kalan kurumuş tütün parçalarını mutfak masasına dökmemeye çalışarak kendine bir sigara yaratmak için uğraşıyordu hiç yoktan. Boşa çaba harcamayı çok severdi. Yine öyle yapacaktı fakat bir anda vazgeçti, bu kez yenilgiyi kabul edip kahve pişmeye yakın arka sokaktaki bakkaldan bir sigara alıp gelmeye karar verdi. Nasıl olsa kahve makinesi otomatik olarak kapanacak, kahve taşmayacaktı.

Kendini bildi bileli hep zor karar verirdi. Eve geldiğinde kahve çoktan hazır olmuştu. Paketin jelatinini açtı, bir sigara koydu dudaklarının arasına. Sonra kahvesini aldı. Haftalardır böyle uyanıyordu. Hala alışamamıştı ama başka bir türlü de başlayamıyordu güne. Kahvesi bittiğinde hala üstünde büyük bir ağırlık vardı. Bir sigara daha yaktı. Ne zamandır içiyordu bu mereti? Aslında leş gibi bir tadı, kokusu vardı. Yine de değiştirmemekte ısrarcıydı, ya da gücü yoktu. Sırf bu yüzden bile hiç yaşama enerjisi kalmamış gibi hissediyordu bazen. Dairedeki işinden ayrılmıştı Muazzezle ilişkileri bittikten sonra. Yapamamıştı. Aynı yerde aynı büroda hiçbir şey olmamış gibi yaşamak ona göre değildi. 10 yıllık memuriyet hayatı yaklaşık 1,5 yıllık bir gönül macerasının ardından kendi isteğiyle son bulmuştu. Zengin sayılmazdı ama fakir de değildi. İstediği bir hayatı yaşıyordu. İşten ayrıldıktan sonra da bir süre aynı standartları devam ettirebileceği bir birikimi vardı. O yüzden parayı çok da kafaya takmadan bir süre daha müdavimi olduğu mekanlardan eve iğrenç bir sarhoşlukla gelip sabah yine aynı şekilde bok gibi uyanarak hayatını devam ettirebilirdi. Bu akşamdan kalmalıklardan hem çok sıkılmış hem de çok sevmişti. Salona gidip pencereyi kapadı. Güneş vardı ama bazı günler hala biraz serindi. İlkbaharın kararsız İstanbul havası yüzünde garip bir tebessüm bırakıyordu. Bir büyük fincan kahve daha yapıp, bir sigara daha tüttürdükten sonra kütüphaneden bir kitap aldı. Sabahları kitap okumayı alışkanlık edineli uzun yıllar olmuştu.

Ailesi veya akrabalarıyla arası pek iyi olmadığı için onları hayatının şu döneminde özellikle görmek istemiyordu. O faşist olarak tanımlıyordu ailesini. Ailesine sorsan gelenekçi bir yapıları vardı. Bu kadar köşeli olduktan sonra tanımlarının ne önemi vardı ki diye de kafasından geçirdi.

Ayrılık acısı işini kaybetmekten daha çok yakıyordu canını. Bundan çok emindi. Ve böyle zamanlarda hep başka şeylerle uğraşıp kafasını dağıtmayı denerdi. Her defasında buradan yola çıkıp bir şeylerle uğraşırdı fakat bir süre sonra ne ile uğraştığını unutur, yine Muazzez’in kendinde açtığı yarayı hatırlar, hipnotize olmuş bir halde onu düşünmeye başlardı. Yine öyle olmuştu. Hatta son bir kaç haftadır hep öyle oluyordu. Eskiden bir kitabı bir günde bitiren Nedim şimdi, yine aynı niyetle kitabın ilk on sayfasını okuyor, fakat her defasında kendini başka bir şey düşünürken buluyor ve hiçbir şeye odaklanamıyordu.

Muazzez yokluğuyla bile onu adeta bir kara deliğin içine çekiyordu. Zaten varlığında da bir kara deliğin içinde olduklarından ayrılmak istememişler miydi? Onu merak ediyor, bazen ulaşmak istiyor, sonra acısını hatırlayıp bir köşeye çekiliyordu bir süreliğine. Ondan başka hiçbir şeye odaklanamıyordu.

Kitap yine sarmamıştı. Belki de hayatına bazı değişiklikler katıp e-kitap okumaya başlamalıydı. Bu onu belki heyecanlandırabilir, herhangi bir kitabı bitirebilirdi. Ya o da heyecanlandırmazsa? E o zaman aldığı cihazı ne yapacaktı? Yeğenine verirdi ne olacak? Zaten haftalardır tablet tablet diye tutturmuştu. Nedim’in teknolojiyi takip ediş şekli, yaklaşık on senedir kullandığı laptobu ve yıllar boyunca yaşadığı batarya ve ekran değişimlerinden artık yorulup, bir daha açılmamak üzere kapanan telefonunun yerine aldığı yeni iPhone’undan ibaretti. Aman ne karışık işler bunlar diye geçirdi kafasından. Kahvesi bittiğinde geçen gün arkadaşlarıyla barda otururken dinlediği bir şarkıyı buldu cep telefonundan. Bu kadarını da becerebiliyordu. Taktı kulaklığını. Muazzez'le yürüdüğü yolları yürümek için dışarı çıktı, her gün yaptığı gibi. Önce karşıya geçti. Beşiktaş İskelesi’nde indi vapurdan. Beşiktaş’ın ara sokaklarında dolanıp takıldıkları kahvecilerin, barların önünden geçip Dolmabahçe Caddesi’nde ağaçları izleyerek yürüyüp yine iskeleye gelecekti. Hiç düşünmeden yürümeye başladı. Ya da düşüncelerde boğularak… Muazzez’e şehirden ayrıldığını, Ankara’ya döndüğünü söylemişti fakat bu kocaman bir yalandı. Hala İstanbul’un bir yerlerinde karşılaşıp onu uzaktan da olsa gördüğünde ne hissedeceğini düşünerek geçiriyordu günlerini. Acaba hala kalbi eskisi gibi atacak mı yoksa oradan kaçıp gitmek isteyecek mi, bunu anlamaya çalışıyordu kendince. Ortabahçe’den daldı direkt. Hiç düşünmeden. Onu en son burada başka bir çocukla gördüğünde çatırdamaya başlamıştı ilişkileri. Kendisiyle yüzleşmeye başlamıştı yine. Oradan yukarı gitmek istedi önce, Ihlamurdere’ye. Sonra vazgeçti. Kahvaltıcılar sokağınından Akaret’lere attı kendini. Günün her saati kalabalıktı burası. İnsanlar bu kadar kalabalıkta nasıl yaşayabiliyor acaba diye düşündü. Sonra yine kendinde buldu cevabı. Herhangi bir sebeple…

Şairler Kahvesi’ne oturdu bir kahve söyledi ve not defterini çıkardı. Karalamaya devam ediyordu ara sıra. Belki günün birinde bir kitap çıkarabilirim diye geçirdi içinden. Yaşadıklarını yazmak, öyle çok da eğip bükmeden bir şey yaratmak istiyordu. Her canlı bir gün ölümü tadacaktı kesinlikle ve kendisi de dahildi buna. Ama yine de kendinden bir şey bırakmak istiyordu şu içine sıçtığımın dünyasına. Bir gün toprak içinde kaybolacaktı bedeni. Er veya geç kaybolacaktı. Belki de buna bile kalmadan zihinlerde kaybolacaktı ilk olarak. Arkadaşlarının, ailesinin, hatta aşklarının. Hatta Muazzez’in bile zihninde kaybolacaktı. Kim bilir belki de Muazzez onu unutalı çok uzun zaman olmuştu da Nedim bunu kabul etmek istemiyordu. Düşündükçe içerisinde kaybolmaktan derin bir haz aldığı bir labirente dönüşüyordu hatıralar. Birkaç satır yazdıktan sonra kahvesi geldi. Karton bardakta filitre kahve içmeye bir türlü alışamadığı için fincanda Türk kahvesi ritüelini büyük bir sorumlulukla yerine getiriyordu. Ve her defasında bununla duyduğu gurur onu mutlu ediyordu. Halbuki bazı saplantılarından vazgeçmesi gerekiyordu. Bunu ona arkadaşları da söylüyordu. Bazı şeyler değişir, bazı şeyler yok olur. Önemli olan onları senin görüp seçebilmen, yönünü, doğrularını yanlışlarını ölçüp tartıp çıkış yolunu kendin bulabilmen demişti en son iki gün önce rakı masasında bürodan arkadaşı Mustafa. Hepiniz akıl verir oldunuz yavşak herifler deyip kalkmıştı masadan. Giderken de biraz arbede yaşamışlardı. O günden sonra kimseyle konuşmadı o tayfadan.

Hayatı ne kadar doğru yaşadığını sorgulamaya başladı. Ardından, sorguladığı şeylerin sorgulamaya ne kadar değer olup olmadığını da sorguluyordu. Açtı yine o küçük defteri bu sorgulamalar içinde. Son şarkıyı başa sarıp sarıp dinlemeye karar verdi.


Yol boyunca uzanan koyu yeşil ağaçlar Çiçek açar bi' yanım ve dökülen yapraklar Ve uzun ve kısa Ve uzun, ne uzun Ve yalnız Yalnız yolu sevmişim Elimden tutan kimse onunla Sürüklenmişim

Diyordu şarkı söyleyen kız.

O defter, anılarının çelik kasası gibi bir şeydi onun için. Bir gün bir kitap çıkarırsa ve tanınırsa, o bu dünyadan göçtüğünde kendi el yazısının bulunduğu bu küçük defteri bir müzeye bağışlamak gibi narsist bir kafası da vardı. İnsanlar onun acılarını onun el yazısından hayal edebilir diye düşünüyordu. Arkadaşlarına bunlardan bahsettiğinde:



-Yunus musun yoksa Nazım mı?

Diye sormuşlardı ona.

-Bir tane kitapla meşhur olup da insanların sana bu kadar değer vermesini nasıl düşünebiliyorsun?


Dedi Mustafa.


Ah şu aptal insanlar. Geriye ne bırakacaklar acaba kendilerinden diye susup çekildi kenara düşüncelerinin arasından. Sonra karalamaya devam etti. Araba seslerinin, insan kalabalığının arasında yalnız kalmayı başarmıştı. Bu yüzden mi hala bu şehirde yaşamayı istiyordu acaba?

Hayır diye cevapladı hemen ardından. Kendisi sormuş, kendisi cevaplamıştı. Düşündü taşındı. Neye nasıl karar vereceğini bilmiyordu. Sadece bir ışık bekliyordu her şeyden vazgeçebilmek için. Nedim; yaşanmışlıklardan, geçmişten vazgeçmek istiyordu. Sadece düşlerini yaşamaktı yapmak istediği. Oturup yok olmayı beklemeyecekti artık. Her şeyle yüzleşip hayatında bir dönemi kapatacaktı. Belki değişecek, belki kötü hissedecek, belki etrafında kimse kalmayacaktı ama önünde sonunda biten bir hikaye bir yenisini başlatacaktı. Yüzleşmenin birinci durağı İstanbul sokaklarıydı bunu biliyordu. İkinci durak Fethiye olacaktı.

Uzun zamandır uzun yolda araç kullanmamıştı. Bu yolculuk iyi gelecekti ona bunu biliyordu. Bu onu heyecanlandırmıştı. En son ne zaman bu kadar heyecanlandım diye düşündü. Hatırlamıyordu. O heyecanla gidip bir tatil için gereken ne varsa gidip almıştı. Arabanın deposunu fulleyip sabaha karşı yola çıkacaktı. Çıktı da. İstanbul’dan Fethiye’ye yaklaşık 800 kilometrelik bir yolu vardı. Düşünecek, yorulacak, ölüp yeniden doğacak çok zamanı vardı. Öyle de yaptı. Oraya ilk ve son kez Muazzez’le gitmişti ama bunun da üstesinden gelirdi. Arabayı bırakıp tekneyle Kelebekler Vadisi’ne geçti. Bulgar göçmeni Ivanca'yla kocası Recep abi işletiyordu hala oradaki restorantı. Görür görmez sarıldılar. İkisi de unutmamıştı Nedim’i. Ne garip dedi, hayretini de gizleyemedi Nedim.

Recep abi sağ olsun hem denizin dibinde hem de etrafında ağaçlar olan bir yere çadır attırdı Nedim’e. Sezon yeni başlıyordu. Henüz kalabalık değildi vadi. Bu kez yanına oldukça bol sayfalı, kalın ve henüz üzerine hiçbir şey karalanmamış bir defter ve bir kaç tane de kalem almıştı. Çadırı hızlıca kurdu Nedim. Sonra kulaklığını taktı. Biraz vadiyi yürümeye başladı. Şairler Kahvesi’nde dinlediği şarkıyı açtı yine:


Yol boyunca uzanan koyu yeşil ağaçlar Çiçek açar bi' yanım ve dökülen yapraklar Ve uzun ve kısa Ve uzun, ne uzun Ve yalnız Yalnız yolu sevmişim

Tam da böyle hissediyordu Nedim. Beş altı ay önce Ürgüp’ten aldığı şarapları verdi Recep abiye. Bir kaç saate soğudular. Belli ki onlar da çok görmek istemişti vadiyi. Güneş batacaktı birazdan. Şarapları almanın tam zamanı diye düşündü. Şarabı, plastik bardağı, defteri ve kalemiyle, vadinin kenarında bulunan ve yıllardır kullanılmayan bara doğru yürümeye başladı denizin kokusunu içine çeke çeke. Yolu biliyor olmanın verdiği güvenle hızlı hızlı attı taştan oyma merdivenlerde adımlarını.

Yalnız yolu sevmişim demek diye düşündü. Bu onu üzüyor muydu yoksa ona bir şeyler mi katıyordu emin değildi. Ama her acı elbet bir gün bitecek ve gökyüzü bir gün yıldızları görebilecek kadar berrak olacaktı. İçten içe inanıyordu buna. Yol yorgunluğuyla o gün bir şişe onu devirmeye yetti. Sabah uyandı. Çadır sıcak olmuş, sahildeki şezlonglardan birini kendisine dost edinip gece orada uyumuştu. Vadinin tepesindeki ağaçların arasından güneş ışıkları iyice üzerine gelmeye başlayınca uyandı. Uyanır uyanmaz da kendini denize attı. Eskiden yaptığı gibi. Sonra kahvaltıdan önce bir fincan kahve, bir de sigara istiyordu canı.

Uzun uzun izledi denizin gökyüzüyle birleşmesini. Birbirleriyle bu kadar uyumlu olmalarına şaşırdı kaldı. Ufuk çizgisinin kaybolup da ikisinin birleştiği nokta sanki zamansız bir yer gibiydi. Sonra güldü hafifçe. Zamansız olmak için denizle gökyüzünün birleşmesine gerek yok diye geçirdi içinden. Doğru ya, Kabak Koyu’ndaki bungalovun adı da Zamansız’dı… Ormanı izleyerek sarhoş oldukları, sarhoş olup denize girdikleri, denize girip öpüştükleri anları hatırladı. Doldurduğu tabağı geri verdi. Kahvaltı yapmaktan vazgeçmişti. Ağlamaklı oldu bir an, gözleri doldu. Tam on bir gün geçirdi böyle. Düşüncelerde boğularak, kendine suni teneffüs yapmayı öğrendiği on bir gün. Bir insan hayatında on bir gün ne kadar önemli olabilirdi ki? Oysa onun için çok önemliydi. Kendisiyle yüzleştiği, Muazzez’le yüzleştiği, vadiyle yüzleştiği on bir gün.

Son gün akşam yakamozu izlemek için plaja indi akşam yemeğinden sonra. Bir grup, plajda şarkılar söylüyordu. Bazılarında enstrumanlar vardı. İnsanların hayattan ne kadar çok keyif aldıklarını gördüğünde sabahki tebessüm oturdu tekrar yüzüne. Nedim öyle mutlu olduğunu çok da belli eden bir tip değildi. Ama asık suratlı da sayılmazdı. Muazzez’in bunu anlaması biraz uzun sürmüştü. Nedim’i önce kafası dolu olduğu için gülmüyor hatta belki somurtuyor olarak algılamıştı. Sonra onun bu halini kişisel algılayıp aralarında bir sorun mu var diye düşünmeye başlamıştı. Neyse ki Nedim sonunda onu karşısına alıp konuştu, anlattı mizacının böyle olduğunu. Hatta bir gün Nedim’in arkadaşlarıyla toplanıp rakı içtiklerinde görmüştü Nedim’in bu konudaki istikrarını.

Tam şarkı söyleyen gruba bakıp tebessüm ettiğinde gruptakilerden bir kadın arkadasını dönüp birine bakınır gibi oldu. Nedim’le de o an göz göze geldiler. Tam da Nedim tebessüm ederken. Kadın da ona tebessüm etti üzerine alınıp. Oysa Nedim bir an bir korkuya kapılıp kadını gözetliyormuş konumuna düştüğünü hissetti. Neyse ki kadının da tebessümünü bir kaç kez düşündükten sonra yanlış anlaşılmadığını fark edip rahatladı. Sahi kadın karşısındaydı. Sırtı Nedim’e dönüktü ama karşısındaydı. Peki neden buna rağmen kadının tebessümünü düşünüyordu? Hayrolsun diye geçirdi içinden. Sonra tam acaba yine yıldız kayar mı diye başını gökyüzüne çevirdiğinde biraz önce bakışları göğsünü delen küt saçlı kadının sesiyle irkildi.


-Merhaba.




bottom of page