Üzerinde Safeviler’in mağlubiyeti kadar kederli bir yorgunluk vardı, fakat yine de onuruyla savaşmış olmanın verdiği gururu yabana atmayıp merhaba dedi maviye çalan gözleriyle kadın. Elindeki bira şişesini uzattı tam karşısında, kumların üzerinde oturan kendi gibi mağlup hükümdara. Nedim mağluptu. Çok toprak kaybetmiş bir devlet, çok kan kaybetmiş bir asker, yaşayacak mıyım acaba diye düşünen bir hasta gibi sorgulayan gözlerle baktı karşısındaki bir çift mavi göze. O gözlere daldı. Bir kaç saniye içinde bir hayat geçti zihninden. Cahit Sıtkı şiiri gibi bir hayat. Velev ki yenildim, ama esir düşmedim ne de olsa diye düşünürken;
-Tanışalım mı? Dedi bir çift göz.
-Firuze ben.
-Nedim.
Elini uzattı kadın. Elleri sıcacıktı. Belli ki kan dolaşımı hızlanmıştı vücudunda. Firuze’nin yüzünü öptü geçti sonra rüzgar. Yanakları ısındı bir anda. Elmacık kemiklerinden denize doğru yürüyen bir sıcaklık hissetti. Ardından ikisi de gülümsedi hiç kararlaştırmadan, aynı anda. Firuze bu yorgun savaşçının yanına oturdu. Ateş etrafında toplanıp şarkı söyleyen insanları izlemeye başladılar. Sonra Firuze de mırıldanarak eşlik etti şarkıya.
Bir şarkı yanaştı iskeleye, kelimeler sana benzedi.
Sonra bir yağmur indi, sonra ebem kuşakları, sonra sen geldin,
Bütün sokaklara…
Gecenin üçünde daha önce hiç görmediği bir yerde, çoğunu hiç tanımadığı insanların arasında, onların şarkı söylemesinden sıkılıp, başka bir yöne bakıp, yanına oturduğu adamla birlikte şarkıya eşlik etmesinin verdiği ilginç duyguya kapıldı bir anda.
-Bi hikayen var mı?
Şaşırdı nedim. Kendini bildi bileli hep sorgulayarak, planlayarak yaşadığı şu hayatta ilk kez plansız, programsız, sorgusuz bir an yaşıyordu.
-Var. Dedi.
Herkese kendi ütopyasını yaşayacak ve yaşatacak kadar büyük bir alan veren şu küçücük dünyada ne yaşadığını anlatmaya koyuldu Nedim. Bir kelime bile etmedi Firuze. Uzun uzun dinledi. Şikayet de etmedi hiç. Karşısındaki kişi, elinde beyaz bayrağıyla teslim olan bir savaşçıydı ve onu görmezden gelmek ona karşı işlenecek en büyük savaş suçu olurdu. Oysa o dinledi. Dinledikçe öğrendi, öğrendikçe daha da ısındı yanaklarının etleri. Karşısındaki adamın hikayesi tanıdık gelmişti. Belki, birebir aynı değildi ama çok tanıdıktı. Özellikle de acısı. Tam yaşadıklarından dolayı her şey bitti diye düşünürken karşısında tanıdık bir yüz görmenin verdiği duyguyla o adamın inancını da sevmeye başladı. Ben de inanmalıyım dedi içinden. İnanmalıydı da.
-Ya senin hikayen? Diye sordu Nedim.
Bir şirkette çalışmıştı Firuze. Sonra plaza hayatının kendinden götürdüklerini fark edip üçüncü nesil kahve dükkanı açan tayfadan biri olmaya karar vermişti. Ailesinin de desteğiyle Kadıköy’ün arka sokaklarında bir kahve dükkanı açtı. Küçük bir tezgahı, tezgahın neredeyse yarısından fazlasını kaplayan kahve makinesi, hemen önünde de iki üç masanın sığdığı mütevazı bir dükkandı burası. Müşterileri genelde sabah işe giderken uyanmaya çalışan Kadıköy sakinleriydi. Sonra mal sahibi, oğlum gelecek diye çıkarınca başka bir yere geçmişti. Bu kez daha büyük bir yer açmak için sıvadı kolları. Daha büyük bir dükkanın kendisine getirdiği daha büyük bir yük vardı. Her işe yetişemiyordu artık. Yanına iki personel almaya karar verdi. Uzun uzun gösterdi onlara işi. Hem arkadaş hem patron çalışan ilişkisi iç içe geçmeye başlamıştı. Başlarda her şey çok da güzel gidiyordu. Murat ve Esra adında kendi yaşlarında iki genci işe aldı Firuze. Bir gece dükkanı kapattıktan sonra, Murat ve Esra, Firuze’nin teklifini geri çevirmeyip eğlenmeye gittiler. O gün herkes kendi hikayesini anlattı. Hemen hemen hepsininki aynıydı. Bir yerde hakkını alamayıp, haksızlığa uğrayıp vazgeçmişlerdi yaptıkları işten. Esra erken sarhoş oldu. Bir taksiye bindirip evine yolladılar. Murat’la Firuze devam etti sohbet etmeye. Bir yandan sohbet ediyorlar bir yandan da içiyorlardı. Biraların arasına shot alıp tekrar birayla devam etmek Murat’ın adetiydi. Firuze’nin başta gözü korktu, yarın dükkanı nasıl açacağını düşünüyordu ama sonra bu gece kendime izin veriyorum deyip o da Murat’a aynı şekilde eşlik etti. Murat hoş çocuktu aslında. Neden olmasın? Belki de doğru kişi oydu ve onu bulmak için tanrı Firuze’ye böyle bir yol çizmişti.
Sarhoş geçen o akşam aralarındaki ilişkinin de filizlenmeye başladığı tarih olarak takvimdeki yerini aldı. Kısa bir süre sonra birlikte yaşamaya, hemen ardından da evlenmeye karar verdiler. Birbirlerini çok iyi anlıyorlarlardı. Her şey doğal akışında ve dengesinde ilerliyor, geriye sadece iki kişinin birbirini sevmesi kalıyordu. Öyle de yaptılar. Firuze için hayat çok başka bir hal almıştı. Uyandığı andan içtiği kahveye, attığı adımlardan aldığı nefese kadar her şeyden tad alıyor yüzünden gülüşü hiç eksik olmuyordu. Murat da aynı şekilde karşılık veriyordu Firuze’ye. Onun yanındayken zaman o kadar hızlı akıyordu ki Firuze bazen şaşırıyordu buna, nasıl bu kadar içime işledi diye. Kendisine şaşırıyordu. Murat çok kibardı bir kere. Dışarıda, sokakta o kadar kaba insanlar vardı ki. Bazen verdiği kahvenin ardından bir teşekkür bile etmeyen insanların olduğu dünyadan, içinde Murat’ın olduğu başka bir dünya keşfetmeyi öğrenmişti. Bir kaç ay boyunca bu dünyanın tadını çıkardı Firuze.
Bir gün bir telefon geldi Firuze’ye. Arayan annesiydi. Lafı evirip çevirmeden direkt söyledi:
-Baban kalp krizi geçirdi. Hemen gel kızım.
Firuze ne yapacağını bilemedi. Eli ayağına dolaşmıştı. Barın içinde bir süre bir sağa bir sola dolandı. Ne olduğunu sordu Murat. Onu ilk kez böyle görüyordu. Murat da bir an ne yapacağını bilemedi. Panikledi.
-Babam. Hastaneye kaldırmışlar.
Hemen eve gidip üzerini değiştirdi ve havaalanına giderken Ankara’ya giden ilk uçağa bilet aldı. Daha bir kaç saat olmuştu ki annesinin çağırdığı hastaneye vardı. Hastanenin kapısı kalabalıktı. Eş-dost, akraba herkes oradaydı. Annesi ağlıyordu girişteki bankta. Firuze’nin içini bir acı kapladı bir an. Kulakları uğuldamaya başladı. Ağır çekimde görüyordu insanların hareketlerini.
-Yavrum, baban… dedi annesi.
Babası geçirdiği kalp krizinden sonra hastaneye kaldırılmış, orada da çok dayanamamış vefat etmişti. Firuze anlayamadı. Anlamlandıramadı. Bir anda dünyadaki her şey anlamını yitirdi, bulanıklaştı etrafı. Ve karanlık.
Kendine geldiğinde etrafında aileden bir kaç kişi vardı. Acilde bir sedyede yatıyordu. Serum bağlamışlardı. Artık babası yoktu. Yerinden doğruldu bir anda. Acaba rüya mı görüyorum diye düşünüyordu. Etrafa baktı. Acildeydi. Gerçekmiş diye geçirdi içinden. Annesinin yanına gitti serumu çıkarttırıp. Sarıldılar. Uzun zaman sonra ilk defa sarılmışlardı annesiyle. Annesini pek sevmiyordu. Aslında sevmiyordu değil. Fakat araları iyi değildi. Çocukluğundan itibaren pek de iyi bir yer edinmemişti Firuze’de annesi. Rol model olarak hep babasını koydu önüne Firuze. Hayata bakışını o değiştirdi. Ufkunu babası açtı. Karakterinin oluşmasını o sağladı. Ve o artık yoktu. Ne yapacaktı? Dünyada yapayalnız kalmış gibi hissetti. İçinde, çok derinde çok büyük bir acı vardı. Telefona sarıldı hemen. O acıyı kiminle paylaşacağını biliyordu. Muratı aradı. Daha bir kere çalmıştı ki Murat açtı telefonu. Ağlamaya başladı alo der demez.
Ağladı. Ağladı. Ağladı. Uzun bir telefon konuşması oldu. Ertesi gün cenaze defnedilene kadar kimseyle konuşmadı. Telefonu susmamıştı. Bir kaç kez Murat aramıştı. Diğerleri arkadaşlarıydı. Cenazeden sonra herkes gidip de annesiyle kaldığında aldı telefonu. Herkesi tek tek arayacak mecali yoktu şimdilik. Murat’ı aradı.
-Burada biraz yapılması gereken işler var. Onları halledip öyle geleceğim. Sen Esra’yla idare edebilir misin?
-Sen merak etme hayatım. Biz hallederiz.
Telefonu kapattıktan sonra içindeki acının bir an olsun dindiğini düşündü. Günler günleri kovalıyordu. İşler biraz uzayacak gibi göründü gözüne. Sonra amcaları geldi bir gün annesiyle konuştular. Her ölüm gibi bu da çok erkendi. Ama başlarına gelmişti bir kere. Zamanı geriye alacak bir sihirli değnekleri yoktu. Sen git kızım biz hallederiz işleri dediler. Zaten bir yanı İstanbul’da kalmıştı. Aklı oradaydı. Acaba dükkan ne durumdaydı. Bir yandan bunu düşünüyor, bir yandan artık babasız, kimsesiz kalmışlığın verdiği “eksiklik” duygusunu yaşıyordu. Aldı uçak biletini. Murat’la konuşmamışlardı. Esenboğa’ya giden yol Ankara’dan İstanbul’a gidenkinden daha uzundu sanki. Ayrılıklarda çabuk biterdi yollar ama konu kavuşmalar olunca bir türlü bitmezdi. Bu da öyleydi. Bir an önce sevdiği adamın kollarında ağlamak. Onun koynuna sokulup biraz olsun huzur bulmak istedi.
Taksi evin önünde durduğunda kafasını kaldırıp apartmana baktı. Salonun ışığı kapalıydı. Murat hala dükkanda diye düşündü. Keşke bir an önce kapatıp gelse diye geçirdi içinden. Derin bir nefes aldı. Geçen bir kaç gün içerisinde ne kadar çok yorulduğunu o zaman fark etti. Merdivenleri çıktı adım adım. Garip bir duygu içerisindeydi. Babasını düşünüyordu hala. Sanki hala yaşıyormuş gibi hissediyordu. Anahtarı kilidin deliğinden içeri soktu. Kapı kilitlenmemişti. Ah Murat yine kapıyı kilitlemeyi unutmuşsun diye geçirdi içinden. Gece yatmadan önce de kapı kilidini hep Firuze kontrol ederdi. Murat’ın aklına gelmezdi böyle şeyler, sabah da kilitlemeyi unutur çıkar giderdi hep. Kapıyı açtı. Evde garip bir koku vardı. Koku yabancı değildi. Ama tanıdık da değildi sanki emin olamadı. Bir süre içine çekti kokuyu, ne olduğunu anlamaya çalıştı. Birbirine karışmış parfüm kokularına daha yeni içildiğini tahmin ettiği sigara kokusu karışmıştı. Sonra bazı konuşmalar geldi kulağına. Bir anda tam diyaframına bir yumruk yemiş gibi nefessiz kaldı. Hastanenin önündekiler gibi ağır çekim görüntüler gelmeye başladı gözünün önüne. Siyah uzun saçlı bir kadın bedeni. Kadının üzerinde Murat’ın yüz hatları. Sonra kendisine dönen iki tanıdık surat. O ağır çekim görüntüler içerisinde birbirine karışan, yükselen konuşmalar… Esranın hızlı adımlarla kıyafetlerini giymeye çalıştığını anımsıyor yarım yamalak. Murat’ınsa ellerini kaldırıp ona doğru yürüyüşünü…
Hakiyeler hikayelere, yıldızlar yıldızlara karıştı o gece. Firuze Nedim’i, Nedim de Firuze’yi dinledi, tanıdı uzun uzun o gece. Şarkılar susmuş, insanlar çadırlarına gitmiş, koskaca vadinin denizle buluştuğu uçta ikisi baş başa birbirlerini dinlemişlerdi.
Güneş doğuyordu vadinin tepesinden. Sıcağıyla uyandılar. Beraber uyuyakaldıkları minderin üzerinde beraber uyandılar. Nedim ritüelini bozmadı denize girdi. Bir kaç saatlik bir uyku yetmemişti. Bir şekilde çıkması gerekiyordu uykulu halinden. Firuze kendi çadırına gitti bir iki saat daha uyumak için. Duşunu aldı Nedim yine buz gibi suyla. Kahvaltı için boş bir masa buldu. Çayını aldı. Hayret kahve içmemişti bugün. Gerçi midesi de pek bir şey alacak gibi değildi ama yine de uykusuzlukla kaybettiği enerjiyi bir yerden amorti etmesi gerekiyordu. Çok geçmeden Firuze geldi yanına.
-Oturabilir miyim?
-Tabi tabi. Lütfen.
-Uyuyamadım.
-Ben sana yiyecek bir şeyler getiriyim. Dedi Nedim.
Firuze arkadaşlarını bırakmış Nedim’in yanındaydı. Nedim de kendini bırakmıştı. Vadiye serpmişti tüm geçmişini. İçinde garip bir ferahlık hissediyordu. Ne sırtında bir yük ne de zihninde bir soru işareti kalmamıştı. Nasıl oldu bu? Nasıl? Şaşırıyordu buna. Sonra dün gece ne kadar çok yıldız kaydığını hatırladı. Başlarını gökyüzüne kaldırıp bütün gece öyle durmuşlardı. Birbirlerinin yüzüne bakmaya çekinen, yıldızları da bahane eden iki heyecanlı kalp. Kahvaltı yaparken aklına geldi Nedim’in. Firuze’nin numarasını aldı. İstanbul’a gittiklerinde kahve yapacaktı Firuze ona. O da karaladığı satırları okuyacaktı. Sevgi mi, aşk mı, ilişki mi, arkadaşlık mı, aralarındaki bağın adı neydi bilmiyordu ikisi de ama kesinlikle bir bağ oluşmuştu. Bu bağ ne ile örülmüştü ve ne kadar sıkıydı bunu zaman gösterir diye düşündü Firuze. Yara bere içinde iki insanın birbirini iyileştirmesi ne kadar doğru olabilir ki? Düşüncelere dalmışlarken bir tekne yanaştı. Önce Firuze gitti vadiden. Sonra Nedim. Oradaki her bir taşla vedalaşmak istedi gitmeden önce. Yaşamıştı. Sevmişti. Sevilmişti orada. Sevişmişti. Firuze uçakta, Nedim arabada, kayan yıldızlar ikisinin de aklında kalmıştı…
Nedim İstanbul’a döndükten sonra bir sürü şey düşündü. Hayatına dair bir sürü şey. Sonra hikayesini düşündü. Yazmaya başlamalıydı bunu. En baştan başladı. Muazzez’i uzun uzun anlattı. Kurgulamadan, hiçbir şeyi değiştirmeden yazmaya koyuldu. Yazdıklarının gerçekçiliğine karşın ortaya çıkan şeyin akışına o da şaşırmıştı. Bir kahve koydu. Sigara sardı. Yazmaya devam etti. Bu günlerce böyle sürüp gitti. Konuyu Firuze’ye de açtı. Zaten hikayesini biliyordu. Firuze bu yaptığı şeye çok sevindi.
-Belki bir gün beni de yazarsın, ama n’olur mutlu sonla bitsin sevgilim… demişti.
Sonra kahkahalar havada uçuştu. Mutluluktan ikisinin de gözlerinin içi gülüyordu. Bir yandan Nedim’in yazı işleri, bir yandan da ev telaşları vardı. Birlikte yaşamak istiyorlardı. Olayların gelişme hızına ikisi de aldırış etmiyor, mutluluklarının tadını çıkarıyorlardı. Bir akşam Beşiktaş’ta bir mekanda eğlenirlerken açmıştı konuyu Nedim. Firuze çok olumlu yaklaştı. Harala gürele bir telaşa girdiler. Nedim kendiyle yüzleşmeyi de bir kenara bıraktı. Hayat devam ediyor deyip önüne bakıyordu artık. Kendi hayatını kendi el yazısıyla yazmak ve onun tam da içine Firuze’yi koymak onun şu hayatta verdiği en doğru karardı.
Firuze filitre kahveyi de sevdirmişti Nedim’e. Yeni dükkanında hem beraber çalışıyorlardı hem de Nedim kitabını burada büyük bir ilhamla yazıyor, boş kaldıkça Firuze’ye yardım ediyordu. Bir sabah kafeyi yeni açtıklarında dışarıda, köşedeki bir masaya oturdu Nedim. Güne karşılıklı birer kahve ve sigarayla başlamayı çok seviyorlardı. O masa hem onların hem de Nedim’in rezerve yeriydi adeta. Şimdiye kadar tek bir müşteri bile gelip oraya oturmadı. Sanki herkes biliyordu masanın özel durumunu. Kahvelerini içerken sabahın erken saatinin, sessizliğin ve temiz havanın tadını çıkarıyorlardı. O anda Nedim’in aklına bir şeyler geldi. Bir öykü yazmak fikri onu cezbetti. Adı bile bir anda belirmişti zihninde. Güneş Hanım. Hem içinde Firuze olacaktı bu kez. Kendi hikayesinde de ondan da bahsedecekti, ama bunu direkt olarak sadece ona, onun için yazacaktı. Hemen yazmak istedi. İçeri gitti bilgisayarını almak için. Günaydın, kolay gelsin, bir kahve alabilir miyim diye bi ses geldi içeriden. Ulan ne güzel oturuyorduk müşteri nereden çıktı diye geçirdi içinden Nedim. Tabi dedi Firuze, siz oturun ben hemen hazırlıyorum. Nedim bir elinde telefon, bir elinde bilgisayarla geldi. Bilgisayarın kapağını açıp boş bir sayfa açmıştı. Tam yazmaya başlayacaktı ki bir mesaj geldi telefona. Numara kayıtlı değildi. Telefonun kilidin açtı, okudu mesajı.
-Kafanı kaldırır mısın? Muazzez.
Geçmişi tam karşısındaki masada oturuyordu.
Comments